KURAN-I KERİM veİSLAMİYET HAKKINDA BİLDİKLERİMİZ - BİLMEDİKLERİMİZ İSLAMİ SORULAR - CEVAPLAR

22-SÖZLERDEN VECİZELER




SÖZLERDEN VECİZELER

BİRİNCİ SÖZ

***İşte, ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir. Madem öyledir; şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Ta bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında titremeden kurtulasın.***
***Herbir bostan "Bismillâh" der, matbaha-i kudretten bir kazan olur ki, çeşit çeşit pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor.***
***Herbir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar "Bismillâh" der, rahmet feyzinden bir süt çetmesi olur. Bizlere Rezzak namyna en latîf, en nazif, âb-ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar.***
***Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları "Bismillâh" der, sert olan taş ve toprağı deler, geçer. "Allah namına, Rahmân namına" der; herşey ona musahhar olur.***
***Madem herşey mânen "Bismillâh" der; Allah namına, Allah'ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi "Bismillâh" demeliyiz. Allah namına vermeliyiz, Allah namına almalıyız. Öyleyse, Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.***
***Başta "Bismillâh" zikirdir. Âhirde "Elhamdülillâh" şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san'at olan nimetler Ehad, Samed'in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir.***
***Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen, Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına başla, Allah namına işle, vesselâm.***
***Demek iman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.***
***Demek selâmet ve emniyet yalnız İslâmiyette ve imandadır. Öyleyse biz daima "Elhamdü lillâhi alâ dini'l-İslâm ve kemâli'l-îman"demeliyiz.***

ÜÇÜNCÜ SÖZ
***Elhasıl, âhiret gibi dünya saadeti dahi ibadette ve Allah'a asker olmaktadır. Öyleyse biz daima "Elhamdü lillâhi ale't-tâati ve't-tevfîk"demeliyiz ve Müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.***
DÖRDÜNCÜ SÖZ

***NAMAZ ne kadar kıymettar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masrafla kazanılır***

***Namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü âhirete mal edebilir; fani ömrünü bir cihette ibka eder***

BEŞİNCİ SÖZ
***İşte sana iki yol-istediğini intihap edebilirsin. Hidayet ve tevfiki Erhamü'r-Râhimînden iste.***
***İinsan ibadet için halk olunduğunu, fıtratı ve cihazât-ı mâneviyesi gösteriyor. Zira hayat-ı dünyeviyesine lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en ednâ bir serçe kuşuna yetişmez. Fakat hayat-ı mâneviye ve uhreviyesine lâzım olan ilim ve iftikar ile tazarru ve ibadet cihetinde hayvanâtın sultanı ve kumandanı hükmündedir.***

ALTINCI SÖZ
***O kadar sevdiğin mal ve evlât ve perestiş ettiğin nefis ve heva ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.***
***Emanete hıyanet cezasını çekeceksin. Çünkü en kıymettar aletleri en kıymetsiz şeylerde sarf edip nefsine zulmettin.***
***Bütün o kıymettar cihazât-ı insaniyeyi hayvanlıktan çok aşağı bir derekeye düşürüp hikmet-i İlâhiyeye iftira ve zulmettin. ***

***Acz ve fakrınla beraber, o pek ağır hayat yükünü zayıf beline yükleyip zeval ve firak sillesi altında daim vâveylâ edeceksin.***

***"Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin" demeli ve Ona yalvarmalı.***
***Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki, kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberrî edip Allah'a acz ile sığınmışlar; aczi ve havfı kendilerine şefaatçi yapmışlar.***
***Kâinat mescid-i kebirinde Kur'ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup Haktan gelip hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.***
***"Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum."***
***Eğer bedbaht kardeş olmak istemezsen ve bahtiyar kardeş olmak istersen, Kur'ân'ı dinle ve hükmüne mutî ol ve ona yapış ve ahkâmıyla amel et.***
***Elhasıl: Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapsa, zahiren bir cennet içinde olsa da, mânen cehennemdedir. Ve her kim hayat-ı bâkıyeye ciddî müteveccih ise, saadet-i dâreyne mazhardır. Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da, dünyasını Cennetin intizar salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder.***
***Evet, herbir namazın vakti, mühim bir inkılâp başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u İlâhînin aynası ve o tasarruf içinde ihsânât-ı külliye-i İlâhiyenin birer mâkesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelâle o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tazim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir.***
BİRİNCİ NÜKTE
***Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür. Yani,
*Celâline karşı kavlen ve fiilen Sübhânallah deyip takdis etmek;
*Hem, kemâline karşı lâfzen ve amelen Allahu ekber deyip tâzim etmek;
*Hem, cemâline karşı kalben ve lisanen ve bedenen Elhamdü lillâh deyip şükretmektir.**

İKİNCİ NÜKTE
***İbadetin mânâsı şudur ki: Dergâh-ı İlâhîde abd kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemâl-i Rububiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.***

ÜÇÜNCÜ NÜKTE
***Nasıl ki insan şu âlem-i kebirin bir misal-i musağğarıdır ve Fâtiha-i Şerife şu Kur'ân-ı Azîmüşşânın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi, bütün ibâdâtın envaını şamil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnâf-ı mahlûkatın elvân-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir.***

DÖRDÜNCÜ NÜKTE
***Nasıl ki haftalık bir saatin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmünü alırlar. Öyle de, Cenâb-ı Hakkın bir saat-i kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın saniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deveranı ve dakikaları sayan seneler ve saatleri sayan tabakat-ı ömr-ü insan ve günleri sayan edvâr-ı ömr-ü âlem birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmündedirler ve birbirini hatırlatırlar.***

BEŞİNCİ NÜKTE
***İnsan fıtraten gayet zayıftır. Halbuki herşey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder. Hem gayet âcizdir. Halbuki belâları ve düşmanları pek çoktur. Hem gayet fakirdir. Halbuki ihtiyâcâtı pek ziyadedir. Hem tenbel ve iktidarsızdır. Halbuki hayatın tekâlifi gayet ağırdır. Hem insaniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir. Halbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zeval ve firakı, mütemadiyen onu incitiyor. Hem akıl ona yüksek maksatlar ve bâki meyveler gösteriyor. Halbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır.***

***Demek şu beş vakit, herbiri birer inkılâb-ı azîmin işârâtı ve icraat-ı cesîme-i Rabbâniyenin emârâtı ve in'âmât-ı külliye-i İlâhiyenin alâmâtı olduklarından, borç ve zimmet olan farz namazın o zamanlara tahsisi nihayet hikmettir.***

ONUNCU SÖZ
***Haşir Bahsi- İHTAR: Şu risalelerde teşbih ve temsilleri hikâyeler suretinde yazdığımın sebebi, hem teshil, hem hakaik-ı İslâmiye ne kadar makul, mütenasip, muhkem, mütesanit olduğunu göstermektir. Hikâyelerin mânâları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinâiyat kabilinden, yalnız onlara delâlet ederler. Demek hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir.***
***Yeryüzü bir sayfadır; ne kadar kitap içinde var. Bir ağaç bir kelimedir; ne kadar sayfası vardır. Bir meyve bir harf, bir çekirdek bir noktadır. O noktada koca bir ağacın programı, fihristesi var.***
***Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemalde olan bir cemal, gösterici ve tarif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin?***
***Hem mümkün olur mu ki, gayet cemalde bir kemal-i san'at, onun üzerine enzar-ı dikkati celb eden bir dellâl vasıtasıyla teşhir istemesin?***
***Hem hiç mümkün olur mu ki, bir rububiyet-i âmmenin saltanat-ı külliyesi, kesret ve cüz'iyat tabakatında vahdâniyet ve samedâniyetini, zülcenâheyn bir meb'us vasıtasıyla ilânını istemesin? Yani, o zat, ubudiyet-i külliye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlâhîye elçisi olduğu gibi, kurbiyet ve risalet cihetiyle dergâh-ı İlâhînin kesret tabakatına memurudur.***
***Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet derecede bir hüsn-ü zatî sahibi, cemâlinin mehasinini ve hüsnünün letaifini aynalarda görmek ve göstermek istemesin? Yani, bir habib resul vasıtasıyla-ki hem habibdir, ubudiyetiyle kendini Ona sevdirir, âyinedarlık eder; hem resuldür, Onu mahlûkatına sevdirir-cemâl-i esmâsını gösterir.***
***Hem hiç mümkün olur mu ki, acip mucizelerle, garip ve kıymettar şeylerle dolu hazineler sahibi, sarraf bir tarif edici ve vassaf bir teşhir edici vasıtasıyla enzar-ı halka arz ve başlarında izhar etmekle, gizli kemâlâtını beyan etmek irade etmesin ve istemesin?***
***Hem mümkün olur mu ki, bu kâinatı bütün esmâsının kemâlâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garip ve ince san'atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin?***
***Hem hiç mümkün olur mu ki, bu kâinatın Sahibi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat ve gaye ne olacağını müş'ir tılsım-ı muğlâkını, hem mevcudatın "Nereden? Nereye? Necisin?" üç sual-i müşkülün muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın?***
***Hem hiç mümkün olur mu ki, bu güzel masnuat ile kendini zîşuura tanıttıran ve kıymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni-i Zülcelâl, onun mukabilinde zîşuurdan marziyyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin?***
***Hem hiç mümkün olur mu ki, nev-i insanı şuurca kesrete müptelâ, istidatça ubudiyet-i külliyeye müheyya suretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin?***
***BİRİNCİ HAKİKAT Hiç mümkün müdür ki, şe'n-i Rububiyet ve saltanat-ı Ulûhiyet, bahusus böyle bir kâinatı, kemâlâtını göstermek için gayet âli gayeler ve yüksek maksatlarla icad etsin; onun gayât ve makasıdına karşı iman ve ubudiyetle mukabele eden mü'minlere mükâfatı bulunmasın ve o makasıdı red ve tahkirle mukabele eden ehl-i dalâlete mücazat etmesin?***
***İKİNCİ HAKİKAT Hiç mümkün müdür ki, gösterdiği âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan şu âlemin Rabbi, kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve gayretine şayeste mücazatta bulunmasın?***
***Elhasıl: Nasıl ki şu âlem bütün mevcudatıyla Sâni-i Zülcelâline kat'î delâlet eder. Sâni-i Zülcelâlin de sıfât ve esmâ-i kudsiyesi, dar-ı âhirete delâlet eder ve gösterir ve ister.***
***ALTINCI HAKİKAT Hiç mümkün müdür ki, bütün mevcudatı güneşlerden, ağaçlardan zerrelere kadar emirber nefer hükmünde teshir ve idare eden bir haşmet-i Rububiyet, şu misafirhane-i dünyada muvakkat bir hayat geçiren perişan fâniler üstünde dursun; sermedî, bâki bir daire-i haşmet ve ebedî, âli bir medâr-ı Rububiyeti icad etmesin?***
***Hem bütün raiyet, tecrübe-i hizmet için şu meydan-ı imtihanda muvakkaten bulunuyorlar. Meydan ise her saat tebeddül eder.***
***BİRİNCİ ESAS: Anlarsın ki, o han gibi bu dünya dahi kendi için değil. Kendi kendine de bu sureti alması muhaldir. Belki, kafile-i mahlûkatın gelip konmak ve göçmek için dolup boşanan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.***
***İKİNCİ ESAS: Hem anlarsın ki, şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Rabb-i Kerîmi, onları Dârü's-Selâma davet eder.***

***ÜÇÜNCÜ ESAS: Hem anlarsın ki, şu dünyadaki tezyinat, yalnız telezzüz veya tenezzüh için değil. Çünkü bir zaman lezzet verse, firakıyla birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştahını açar, fakat doyurmaz. Çünkü ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır; doymaya kâfi değil. ***
***DÖRDÜNCÜ ESAS: Hem anlarsın ki, şu dünyadaki müzeyyenat ise, Cennette ehl-i iman için rahmet-i Rahmân ile iddihar olunan nimetlerin nümuneleri, suretleri hükmündedir.***
***ALTINCI ESAS: Hem anlarsın ki, insan, ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır. Belki, bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zaptedilir.***
***SEKİZİNCİ ESAS: Hem anlarsın ki, şu fâni âlemin sermedî Sânii için başka ve bâki bir âlemi var ki, ibâdını oraya sevk ve ona teşvik eder.***
***DOKUZUNCU ESAS: Hem anlarsın ki, öyle bir Rahmân, böyle bir âlemde, öyle has ibâdına öyle ikramlar edecek; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne kalb-i beşere hutur etmiştir.***
***Hem hiç akıl kabul eder mi ki, insanın başına ve içindeki havassına saçları adedince vazifeler yükletsin de, yalnız bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviye versin? Adalet-i hakikiyesine zıt olarak ve hikmet-i hakikiyesine münafi, mânâsız iş yapsın?***
***Demek, ecel ve kabir insanı beklediği gibi, Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor.***

ON BİRİNCİ SÖZ
***"Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız.***
***"Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun san'atını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz.***
***"Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz.***
***"Hem şu görünen in'am ve ikramlarla size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz.***
***"Hem şu kemâlâtının âsârıyla mânevî cemâlini size göstermek istiyor. Siz dahi onu görmeye ve teveccühünü kazanmaya iştiyakınızı gösteriniz.***
***"Hem bütün şu gördüğünüz masnuat ve müzeyyenat üstünde birer mahsus sikke, birer hususî hâtem, birer taklit edilmez turra koymakla, herşey kendisine has olduğunu ve kendi eser-i desti olduğunu ve kendisi tek ve yektâ, istiklâl ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor. Siz dahi onu tek ve yektâ ve misilsiz, nazirsiz, bîhemtâ tanıyınız ve kabul ediniz."***
***Cenâb-ı Mün'im-i Hakikînin bütün nimetlerinin herbir çeşitlerini size ihsas ettirip şükrettirmekten ibarettir. Siz de hissedip şükür ve ibadetini etmelisiniz.***
***Âleme tecellî eden esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin bütün tecelliyâtının aksamını, birer birer, size o cihazat vasıtasıyla bildirip tattırmaktır. Siz dahi tatmakla tanıyarak iman getirmelisiniz.***
***Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı başınıza toplayınız. Sermaye-i ömür ve istidad-ı hayatınızı, hayvan gibi, belki hayvandan çok aşağı bir derecede şu hayat-ı fâniye ve lezzet-i maddiyeye sarf etmeyiniz. Yoksa, sermayece en âlâ hayvandan elli derece yüksek olduğunuz halde, en ednâsından elli derece aşağı düşersiniz.***
***Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlâhiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.***
***Senin fıtratında vaz edilen cihazatın anahtarlarıyla esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin gizli definelerini açmaktır, Zât-ı Akdesi o esmâ ile tanımaktır. ***
***Şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlûkat nazarında, esmâ-i İlâhiyenin sana taktıkları garip san'atlarını ve lâtif cilvelerini bilerek hayatınla teşhir ve izhar etmektir.***
***Lisan-ı hal ve kalinle Hâlıkının dergâh-ı rububiyetine ubudiyetini ilân etmektir.***
***Nasıl bir asker, padişahından aldığı türlü türlü nişanları resmî vakitlerde takıp padişahın nazarında görünmekle onun iltifâtât-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi esmâ-i İlâhiyenin cilvelerinin sana verdikleri letâif-i insaniye murassaâtıyla bilerek süslenip o Şâhid-i Ezelînin nazar-ı şuhud ve işhâdına görünmektir.***
***Zevilhayat olanların, tezahürât-ı hayatiye denilen, Hâlıklarına tahiyyatları; ve rumûzât-ı hayatiye denilen, Sânilerine tesbihatları; ve semerat ve gayât-ı hayatiye denilen, Vâhibül-Hayata arz-ı ubudiyetlerini bilerek müşahede etmek, tefekkürle görüp şehadetle göstermektir.***
***Şu âlemdeki mevcudatın herbiri kendine mahsus bir dille Hâlıkının vahdâniyetine ve Sâniinin rububiyetine dair mânevî sözlerini fehmetmektir.***

***İşte, senin hayatının gayeleri, icmâlen, bunlar gibi emirlerdir. Şimdi kendi hayatının mahiyetine bak ki, o mahiyetinin icmâli şudur:
*Esmâ-i İlâhiyeye ait garâibin fihristesi,
*Hem şuûn ve sıfât-ı İlâhiyenin bir mikyası,
*Hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı,
*Hem bu âlem-i kebirin bir listesi,
*Hem şu kâinatın bir haritası,
*Hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi,
*Hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi,
*Hem mevcudata serpilen ve evkata takılan kemâlâtının bir ahsen-i takvimidir.
İşte, mahiyet-i hayatın bunlar gibi emirlerdir.***

ON İKİNCİ SÖZ
***Hakkın şe'ni ittifaktır. Faziletin şe'ni tesanüddür. Düstur-u teavünün şe'ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe'ni uhuvvettir, incizaptır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni, saadet-i dâreyndir.***

ON ÜÇÜNCÜ SÖZ
***Demek oluyor ki, beyanat-ı Kur'âniye, beşerin ilm-i cüz'îsine, bâhusus bir ümmînin ilmine müstenid olamaz. Belki bir ilm-i muhîte istinad ediyor; ve cemî eşyayı birden görebilir, ezel-ebed ortasında bütün hakaikı bir anda müşahede eder bir Zâtın kelâmıdır.***
***Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. O kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.***
***Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalâlette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muamele görecek.***
***Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için, bir idam-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek.***
***Madem ihtiyarlık, hastalık, musibet ve her tarafta vefiyatlar o dehşetli elemi deşiyorlar ve ihtar ediyorlar. Elbette o ehl-i dalâlet ve sefahet, yüz bin lezzeti ve zevki alsa da, yine o mânevî bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar. Fakat pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten hissettirmez.***
***Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) kendine rehber etmek gerektir.***
***Cenâb-ı Hak bizi ve sizi bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin. Âmin.***
***Evet, gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker. Ve bir saat sefahet keyfiyle, bir namus meselesinde binler gün, hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.***

***Evet, o şirin, güzel gençlik nimetine istikametle, taatle şükretse, hem ziyadeleşir, hem bâkileşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belâlı olur, hem elemli, gamlı, kâbuslu olur, gider. Hem akrabasına, hem vatanına, hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.***
***Ey zevk ve lezzete müptelâ insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle aynelyakin bildim ki, hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır.***
***Ey hapis musibetine düşen biçareler! Madem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı. Çalışınız, âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz gülsün, tatlılaşsın. Hapisten istifade ediniz. Nasıl bazan ağır şerâit altında, düşman karşısında bir saat nöbet bir sene ibadet hükmüne geçebilir. Öyle de, sizin bu ağır şerâit altında herbir saat ibadet zahmeti, çok saatler olup o zahmetleri rahmetlere çevirir.***

ON DÖRDÜNCÜ SÖZ
***Evet, bir bahr-i müsebbih olan şu semavatın kelimat-ı tesbihiyesi güneşler, aylar, yıldızlar olduğu gibi, bir tayr-ı müsebbih ve hâmid olan şu zeminin dahi elfâz-ı tahmidiyesi hayvanlar, nebatlar ve ağaçlardır. Demek herbir ağacın, herbir yıldızın cüz'î birer tesbihatı olduğu gibi, zeminin de ve zeminin herbir kıt'asının da ve herbir dağ ve derenin de ve ber ve bahrinin de ve göklerin herbir feleğinin de ve herbir burcunun da birer tesbih-i küllîsi vardır.***
***Güneş, ulviyetiyle beraber, bütün şeffaf ve parlak şeylere nihayet derecede yakın, belki onların zatlarından onlara daha yakın olduğu, cilvesiyle ve timsaliyle ve tasarrufa benzer çok cihetlerle onları müteessir ettiği halde, o şeffaf şeyler ise binler sene ondan uzaktırlar. Onu hiçbir vecihle müteessir edemezler, kurbiyet dâvâ edemezler.***
***İşte bu hadsiz şikâyete hakları olan mevcudat namına, o mevcudatın Sultanı, şu âsi beşerden azîm şikâyet eder. Ve etmesi ayn-ı hikmettir. Ve o âsi, şiddetli tehdidata elbette müstehaktır ve dehşetli vaidlere, bilâşüphe sezâdır.***
***EY GAFLETE DALIP ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talip bedbaht nefsim! Bilir misin, neye benzersin? Devekuşuna! Avcıyı görür, uçamıyor; başını kuma sokuyor, ta avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarıda; avcı görür. Yalnız o, gözünü kum içinde kapamış, görmez.***
***Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme.***
***Ey nefsim! Deme, "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur." Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür'at peydâ ediyor.***
***Hem deme, "Ben de herkes gibiyim." Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.***
***Nasıl ki bir gün gelecek, şu musahhar zemin, yüzünün ziyneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp çirkin bulur. Hâlıkın emriyle, büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah'ın emriyle ehl-i şirki Cehenneme döker; ehl-i şükre "Haydi, Cennete buyurun" der.***

ON BEŞİNCİ SÖZ
***EY KOZMOĞRAFYANIN ruhsuz meseleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve şu âyetin azametli sırrını o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektepli efendi! Şu âyetin semasına yedi basamaklı bir merdivenle çıkılabilir. Gel, beraber çıkacağız.***
***Hakikat ve hikmet ister ki, zemin gibi semavatın da kendine münasip sekeneleri bulunsun. Lisan-ı şer'îde, o ecnâs-ı muhtelifeye "melâike ve ruhaniyat" tesmiye edilir.***
***Zemin ile gökler, bir hükûmetin iki memleketi gibi birbirine alâkadardırlar. Ortalarında ehemmiyetli irtibat ve mühim muameleler vardır. Zemine lâzım olan ziya, hararet ve bereket ve rahmet gibi şeyler semadan geliyor, yani gönderiliyor. Vahye istinad eden bütün edyân-ı semaviyenin icmâı ile ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevatürüyle, melâike ve ervah semadan zemine geliyorlar.***
***Semanın sükût ve sükûneti ve intizam ve ıttıradı ve vüs'at ve nuraniyeti gösterir ki, sekenesi, zeminin sekenesi gibi değiller; belki, bütün ahalisi mutidirler. Ne emrolunsa onu işlerler. Müzahame ve münakaşayı icap edecek bir sebep yoktur. Zira memleket geniş, fıtratları safi, kendileri masum, makamları sabittir.***
***Bütün âlemlerin Rabbi ve Müdebbiri ve Hâlıkı olan Zât-ı Zülcelâlin, ahkâmları ayrı ayrı pek çok namları ve ünvanları ve Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Meselâ, ashab-ı Nebî safında küffara karşı muharebe etmek için melâikeleri göndermesini iktiza eden hangi isim ve ünvan ise, o isim ve ünvan iktiza eder ki, melâike ile şeyâtin ortasında muharebe bulunsun ve ahyâr-ı semâviyyîn ve eşrâr-ı arzîn mabeynlerinde mübareze olsun. Evet, küffarın nüfus ve enfasları kabza-i kudretinde olan Kadîr-i Zülcelâl, bir emirle, bir sayha ile onları mahvetmiyor. Rububiyet-i âmme ünvanıyla, Hakîm ve Müdebbir ismiyle bir meydan-ı imtihan ve mübareze açıyor.***
***"Ey hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve ey zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan cin ve ins! Nasıl cesaret edersiniz ki, isyanınızla öyle bir Sultan-ı Zîşânın evamirine karşı geliyorsunuz ki, yıldızlar, aylar, güneşler emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler.***

ON ALTINCI SÖZ
***Evet, nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler ayna olur. Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mevcudatı ayna hükmünde ve berk ve hayal sür'atinde bir vasıta-i seyir ve seyahat suretine geçerler. Ve o ruhanîler, hayal sür'atiyle o merâyâ-yı nazifede, o menâzil-i lâtifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler.***
***Evet, nasıl güneş kayıtsız nuru, maddesiz aksi vasıtasıyla sana senin gözbebeğinden daha yakın olduğu halde, sen mukayyet olduğun için ondan gayet uzaksın. Ona yanaşmak için çok kayıtlardan tecerrüd etmek, çok merâtib-i külliyeden geçmek lâzım gelir. Adeta, mânen yer kadar büyüyüp, kamer kadar yükselip, sonra doğrudan doğruya güneşin mertebe-i asliyesine bir derece yanaşabilir ve perdesiz görüşebilirsin. Öyle de, Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülkemâl sana gayet yakındır; sen Ondan gayet uzaksın. Kalbin kuvveti, aklın ulviyeti varsa, temsildeki noktaları hakikate tatbike çalış.***
***Hem o Kadîr-i Mutlak, herbir asrı, herbir seneyi, herbir günü bir model yaptığı gibi, rû-yi zemini, herbir dağ ve sahrâyı, bağ ve bostanı, herbir ağacı birer model yapmıştır. Vakit bevakit, taze taze birer kâinatı zeminde kuruyor, birer yeni dünyayı icad ediyor, birer âlemi alıp da diğer muntazam bir âlemi getiriyor. Mevsim bemevsim, her bağ ve bostanda taze taze mucizât-ı kudretini ve hedâyâ-yı rahmetini gösterir, yeni birer kitab-ı hikmetnümâ yazıyor, taze taze birer matbaha-i rahmetini kuruyor, mücedded bir hulle-i san'atnümâ giydiriyor. Her baharda, herbir ağaca sündüs-misal taze bir çarşaf giydiriyor, lü'lü'-misal yeni bir murassaatla süslendiriyor, yıldız-misal rahmet hediyeleriyle ellerini dolduruyor.***

ON YEDİNCİ SÖZ
***HÂLIK-I RAHÎM ve Rezzâk-ı Kerîm, ve Sâni-i Hakîm şu dünyayı, âlem-i ervah ve ruhaniyat için bir bayram, bir şehrayin suretinde yapıp, bütün esmâsının garaib-i nukuşuyla süslendirip, küçük büyük, ulvî süflî herbir ruha, ona münasip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesapsız mehasin ve in'âmattan istifade etmeye muvafık ve havas ile mücehhez bir ceset giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temâşâgâha gönderir.***

On Yedinci Sözün İkinci Makamı
Bırak biçare feryadı, belâdan gel, tevekkül kıl.Zira feryat belâ-ender, hatâ-ender belâdır, bil.
Belâ vereni buldunsa, atâ-ender, safâ-ender belâdır, bil.Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.
Ger bulmazsan, bütün dünya cefâ-ender, fenâ ender hebâdır, bil.Cihan dolusu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan? Gel, tevekkül kıl.
Tevekkülle belâ yüzünde gül, ta o da gülsün.O güldükçe küçülür, eder tebeddül.
Bil, ey hodgâm! Bu dünyada saadet, terk-i dünyada.Hüdâbin isen, O kâfidir, bıraksan da bütün eşya lehinde.
Ger hodbin isen helâkettir, ne yaparsan bütün eşya aleyhinde.Demek terki gerektir her iki halde bu dünyada.
Terki demek: Hüdâ mülkü, Onun izni, Onun namıyla bakmakta.Ticaret istiyorsan ger, şu fâni ömrünü bâkiye tebdilde.
Eğer nefsine talipsen, çürüktür, hem temelsiz de.Eğer âfâkı istersen, fenâ damgası üstünde.
Demek değmez ki alınsa, çürük maldır hep bu çarşıda.Öyleyse geç, iyi mallar dizilmiş arkasında.
*********************

***Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.***
***Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan zevâle mahkûmdur, sür'atle gidiyor. Hane-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe sukut eder. Emeller bekasız, elemler ruhta bâki kalır.***
***Hâlık-ı Kerîm, kendi mülkünü senden satın alıyor; Cennet gibi büyük bir fiyatı verir. Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor, kıymetini yükselttiriyor. Yine sana hem bâki, hem mükemmel bir surette verecektir. Öyleyse, ey nefsim, hiç durma. Birbiri içinde beş kârlı bu ticareti yap. Ta beş hasâretten kurtulup, beş ribhi birden kazanasın.***
***Bir maksut ki fenâda mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünkü fâniyim. Fâni olanı istemem, neyleyeyim?***
***Bir mâbud ki zevalde defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica etmem. Çünkü nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Âciz olan, benim pek büyük dertlerime devâ bulamaz, ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevalden kendini kurtaramayan nasıl mâbud olur?***
***Eğer şu fâni dünyada beka istiyorsan, beka fenâdan çıkıyor. Nefs-i emmâre cihetiyle fenâ bul ki, bâki olasın.***
***Dünyaperestlik esasatı olan ahlâk-ı seyyieden tecerrüd et, fâni ol. Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı Mahbub-u Hakikî yolunda feda et. Mevcudatın ademnümâ akıbetlerini gör. Çünkü şu dünyadan bekaya giden yol, fenâdan gidiyor.***
***Ey nâdan nefsim! Bil ki, çendan dünya ve mevcudat fânidir; fakat her fâni şeyde, bâkiye îsal eden iki yol bulabilirsin ve can ve canan olan Mahbub-u Lâyezâlin tecellî-i cemâlinden iki lem'ayı, iki sırrı görebilirsin. An şart ki, suret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen...***

Birinci Levha
Ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder levhadır.
Beni dünyaya çağırma,Ona geldim fenâ gördüm.
Demâ gaflet hicab oldu,Ve nur-u Hak nihan gördüm.
Bütün eşya-yı mevcudatBirer fâni muzır gördüm.
Vücut desen, onu giydim,Ah, ademdi, çok belâ gördüm.
Hayat desen onu tattımAzap-ender azap gördüm.
Akıl ayn-ı ikab oldu,Bekayı bir belâ gördüm.
Ömür ayn-ı heva oldu,Kemal ayn-ı heba gördüm.
Amel ayn-ı riya oldu,Emel ayn-ı elem gördüm.
Visal nefs-i zeval oldu,Devâyı ayn-ı dâ gördüm.
Bu envar zulümat oldu,Bu ahbabı yetim gördüm.
Bu savtlar nây-ı mevt oldu,Bu ahyâyı emvat gördüm.
Ulûm evhâma kalb oldu,Hikemde bin sakam gördüm.
Lezzet ayn-ı elem oldu,Vücutta bin adem gördüm.
Habib desen onu buldum,Ah, firakta çok elem gördüm.

OnYedinci Söz
İkinci Levha
Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eder bir levhadır.
Demâ gaflet zeval buldu,Ve nur-u Hak ayan gördüm.
Vücut burhan-ı Zât oldu,Hayat, mir'ât-ı Haktır, gör.
Akıl miftah-ı kenz oldu,Fenâ, bâb-ı bekadır, gör.
Kemâlin lem'ası söndü,Fakat şems-i cemal var, gör.
Zeval ayn-ı visal oldu,Elem ayn-ı lezzettir, gör.
Ömür nefs-i amel oldu,Ebed ayn-ı ömürdür, gör.
Zalâm zarf-ı ziya oldu,Bu mevtte hak hayat var, gör.
Bütün eşya enis oldu,Bütün asvat zikirdir, gör.
Bütün zerrat-ı mevcudatBirer zâkir, müsebbih gör.
Fakrı kenz-i gınâ buldum,Aczde tam kuvvet var, gör.
Eğer Allah'ı buldunsaBütün eşya senindir, gör.
Eğer Mâlik-i Mülke memlûk isenOnun mülkü senindir, gör.
Eğer hodbin ve kendi nefsine mâliksenBilâ-addin belâdır, gör,
Bilâ-haddin azaptır, tad,Belâ gayet ağırdır, gör.
Eğer hakikî abd-i hüdâbin isen,Hudutsuz bir safâdır, gör,
Hesapsız bir sevap var, tad,Nihayetsiz saadet gör.

***Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahmân'a teslim eyledim; gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.***
***Madem ağaçlar birer ceset oldu. Bütün yapraklar dahi diller oldu. Demek herbiri, binler dilleriyle, havanın dokunmasıyla Hu, Hu zikrini tekrar ediyorlar. Hayatlarının tahiyyâtıyla, Sâniinin Hayy-ı Kayyûm olduğunu ilân ediyorlar.***

Yıldızları konuşturan bir yıldızname
Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine,Nâme-i nurunu hikmet bak ne takrir eylemiş.Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i sultanına,Birer burhan-ı nurefşânız biz vücud-u Sânie,Hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz.Şu zeminin yüzünü yaldızlayanNazenin mucizâtı çün melek seyranına,Bu semânın arza bakan, Cennete dikkat edenBinler müdakkik gözleriz biz. Tûbâ-yı hilkatten semâvat şıkkınaHep kehkeşan ağsânına,Bir Cemîl-i Zülcelâlin dest-i hikmetiyle takılmışPek güzel meyveleriz biz.Tu semâvat ehline birer mescid-i seyyarBirer hane-i devvar, birer ulvî âşiyâne,Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbarBirer tayyareleriz biz.Bir Kadîr-i Zülkemâlin, bir Hakîm-i ZülcelâlinBirer mucize-i kudret, birer harika-i san'at-ı Hâlıkane,Birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkatBirer nur âlemiyiz biz.Böyle yüz bin dille yüz bin burhan gösteririzİşittiririz insan olan insana.Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü,Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen âyetleriz biz.Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize müsebbihiz, zikrederiz âbidâneKehkeşanın halka-i kübrâsına mensup birer meczuplarız biz.

ON SEKİZİNCİ SÖZ
***Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu, bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâzım olduğu hak bir dâvâ ise, senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var.***
***Senin vazifen fahir değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil, istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâbinliktedir.***
***Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.***
***Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mucizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.***
***Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, ancak daimî kaldırabilir. Halbuki, bak: Bu zat, büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secâyâ-yı âliyeyi-ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak-vaz ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor.***


YİRMİNCİ SÖZ
***Madem Kur'ân, bu dâr-ı imtihanda, bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında, beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini ispat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Adeta gökyüzündeki yıldızlarla vâzıhan Lâ ilâhe illâllah yazmak misilli bir bedâhete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruhla elmas gibi bir ruh beraber kalacaklar.***

YİRMİ BİRİNCİ SÖZ
***Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat'î senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın?***
***Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyif için, ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasaydın ki ömrün azdır, hem faydasız gidiyor; elbette onun yirmi dörtten birisini, hakikî bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek, usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebep olur.***
***Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibadet külfetini ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini bugün düşünüp muztarip olmak; hem gelecek günlerdeki ibadet vazifesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır?***
***Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubudiyet neticesiz midir? Ücreti az mıdır ki sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır; ve fütursuz çalışırsın. Acaba bu misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kut ve gınâ; ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya; ve herhalde mahkemen olan mahşerde sened ve berat; ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat köprüsünde nur ve burak olacak bir namaz neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır?***


***Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşâgıl-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?***

***EY MARAZ-I VESVESE İLE MÜPTELÂ! Biliyor musun, vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Ehemmiyet verdikçe şişer; ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür; küçük görsen küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder; havf etmezsen hafif olur, mahfî kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir; mahiyetini bilsen, onu tanısan, gider.***
***Gel, her tarafa bak, herşeye dikkat et. Bütün bu işler içinde gizli bir el işliyor. Çünkü, bak, bir dirhem adar kuvveti olmayan, bir çekirdek küçüklüğünde birşey, binler batman yükü kaldırıyor. Zerre kadar şuuru olmayan, gayet hakîmâne işler görüyor.***
***Gel, bütün bu ovaları, bu meydanları, bu menzilleri süslendiren şeyler üstünde dikkat et. Herbirisinde o gizli zattan haber veren işler var. Adeta herbiri birer turra, birer sikke gibi, o gaybîzattan haber veriyorlar. İşte, gözünün önünde, bak, bir dirhem pamuktan ne yapıyor:***
***Bak şu kâinat bostanına. Şu zeminin bağına, şu semânın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne dikkat et. Göreceksin ki, bir Sâni-i Zülcelâlin, bir Fâtır-ı Zülcemâlin, o serilmiş ve serpilmiş masnuattan herbir masnu üstünde, Hâlık-ı Külli Şeye mahsus bir sikkesi; ve herbir mahlûku üstünde, Sâni-i Külli Şeye has bir hâtemi; ve kalem-i kudretin birer menşûru olan sahâif-i leyl ve nehar, yaz ve baharda yazılan tabakat-ı mevcudat üstünde, taklit kabul etmez bir turra-i garrâsı vardır.***
***Havadaki herbir zerre, herbir çiçeği, herbir meyveyi ziyaret edebilir. Hem her çiçeğe, her meyveye girer, işleyebilir. Eğer herşeyi görür ve bilir bir Kadîr-i Mutlakın memur-u musahharı olmasa, o serseri zerre, bütün meyvelerin, çiçeklerin cihâzâtını ve yapılmasını ve ayrı ayrı san'atlarını ve onlara giydirilen suretlerin terziliğini ve hıyâtât-ı kâmile-i muhita-i san'atını bilmek lâzım gelir.***
***Bak, nasıl sahife-i arz üstünde Zât-ı Ehad-i Samedin hâtemlerini az dikkatle görebilirsin. Başını kaldır, gözünü aç, şu kâinat kitab-ı kebirine bir bak. Göreceksin ki, o kâinatın heyet-i mecmuası üstünde, büyüklüğü nisbetinde bir vuzuhla hâtem-i vahdet okunuyor. Çünkü şu mevcudat bir fabrikanın, bir kasrın, bir muntazam şehrin eczaları ve efradları gibi bel bele verip, birbirine karşı muavenet elini uzatıp, birbirinin sual-i hâcetine "Lebbeyk, başüstüne" derler. El ele verip bir intizamla çalışırlar. Baş başa verip zevilhayata hizmet ederler. Omuz omuza verip, bir gayeye müteveccihen bir Müdebbir-i Hakîme itaat ederler.***
***Tecellî-i cemâliyeyi gösteren hayat nasıl bir burhan-ı ehadiyettir, belki bir çeşit tecellî-i vahdettir. Tecellî-i celâli izhar eden memat dahi bir burhan-ı vâhidiyettir.***
***İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer, Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, iman, insanı Sâni-i Zülcelâline nisbet ediyor. İman bir intisaptır. Öyleyse, insan, iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kat eder. O kat'dan, san'at-ı Rabbâniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir.***
***İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve, imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir. "Tevekkeltü alâllah" der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle, hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra, saadet-i ebediyeye girmek için Cennete uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları, uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çeker.***
***İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyleyse, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.***
***İNSAN ahsen-i takvimde yaratıldığı ve ona gayet cami bir istidat verildiği için, esfel-i sâfilînden tâ âlâ-yı illiyyîne, ferşten tâ Arşa, zerreden tâ şemse kadar dizilmiş olan makamâta, merâtibe, derecâta, derekâta girebilir ve düşebilir bir meydan-ı imtihana atılmış, nihayetsiz sukut ve suûda giden iki yol onun önünde açılmış bir mucize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i san'at olarak şu dünyaya gönderilmiştir.***
***İnsan, kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâli de görmeye müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi; berzaha göçmüş yüzde doksan dokuz ahbabını ziyaret etmek ve firâk-ı ebedîden kurtulmak için, koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acaip olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticaya muhtaçtır.***
***Evet, insan bir çekirdeğe benzer. Nasıl ki o çekirdeğe kudretten mânevî ve ehemmiyetli cihazat ve kaderden ince ve kıymetli program verilmiş; tâ ki toprak altında çalışıp, tâ o dar âlemden çıkıp, geniş olan hava âlemine girip, Hâlıkından istidat lisanıyla bir ağaç olmasını isteyip, kendine lâyık bir kemal bulsun. Eğer çekirdek, sû-i mizacından dolayı, ona verilen cihâzât-ı mâneviyeyi toprak altında bazı mevadd-ı muzırrayı celbine sarf etse, o dar yerde, kısa bir zamanda, faydasız tefessüh edip çürüyecektir. Eğer o çekirdek, o mânevî cihâzâtını, Fâliku'l-Habbi ve'n-Nevânın emr-i tekvînîsini imtisal edip hüsn-ü istimal etse, o dar âlemden çıkacak, meyvedar koca bir ağaç olmakla, küçücük cüz'î hakikati ve ruh-u mânevîsi büyük bir hakikat-i külliye suretini alacaktır.***
***İnsan, şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer: Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü, o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat ona musahhar olmuş. Eğer insan zaafını anlayıp, kalen, halen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese, o teshirin şükrünü eda ile beraber, matlubuna öyle muvaffak olur ve maksatları ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun aşr-i mişârına muvaffak olamaz. Yalnız, bazı vakit lisan-ı hal duasıyla hasıl olan bir matlubunu, yanlış olarak kendi iktidarına haml eder.***

YİRMİ DÖRDÜNCÜ SÖZ
***Semâyı dinle. Nasıl "Yâ Celîl-i Zülcemâl" diyor. Ve arza kulak ver. Nasıl "Yâ Cemîl-i Zülcelâl" diyor. Ve hayvanlara dikkat et. Nasıl "Yâ Rahmân, yâ Rezzak" diyorlar. Bahardan sor. Bak, nasıl "Yâ Hannân, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Lâtif, yâ Atûf, ya Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin" gibi çok esmâyı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor. Bak, nasıl bütün Esmâ-i Hüsnâyı okuyor ve cephesinde yazılı; sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat azîm bir musika-i zikriyedir. En küçük nağme, en gür nağamâta karışmakla, haşmetli bir letâfet veriyor. Ve hâkezâ, kıyas et.***
***Ey nefisperest nefsim, ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. İşte, şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.***
***Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevî istersen; ve herbir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faydalı görmek istersen; ve âdetini ibadete ve gafletini huzura kalb etmeyi seversen, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ et. Çünkü, bir muamele-i şer'iyeye tatbik-i amel ettiğin vakit, bir nevi huzur veriyor, bir nevi ibadet oluyor, uhrevî çok meyveler veriyor.***
***Ey nefis! Ehl-i dünyaya, hususan ehl-i sefahete, hususan ehl-i küfre bakıp, surî ziynet ve aldatıcı gayr-ı meşru lezzetlerine aldanıp taklit etme. Çünkü sen onları taklit etsen, onlar gibi olamazsın. Pek çok sukut edeceksin. Hayvan dahi olamazsın. Çünkü senin başındaki akıl, meş'um bir âlet olur; senin başını daima dövecektir.***
***Ey nefs-i emmâre! Eğer desen, "Ben ecnebi değil, hayvan olmak isterim"; sana kaç defa söylemiştim, hayvan gibi olamazsın. Zira kafandaki akıl olduğu için, o akıl geçmiş elemleri ve gelecek korkuları tokatıyla senin yüzüne, gözüne, başına çarparak dövüyor. Bir lezzet içinde bin elem katıyor. Hayvan ise, elemsiz, güzel bir lezzet alır, zevk eder. Öyleyse, evvelâ aklını çıkar, at, sonra hayvan ol. Hem sille-i tedibini gör.***
***Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur'ân, kulûbe kut ve gıda ve ukule kuvvet ve gınâdır; ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. Demek, Kur'ân hak ve hakikat ve sıdk ve hidayet ve harika bir fesahat olduğundandır ki, usandırmıyor. Daima gençliğini muhafaza ettiği gibi, taravetini, halâvetini de muhafaza ediyor. Hattâ Kureyş'in rüesasından müdakkik bir beliğ, müşrikler tarafından, Kur'ân'ı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: "Şu kelâmın öyle bir halâveti ve tarâveti var ki, kelâm-ı beşere benzemez. Ben şairleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa, etbâımızı kandırmak için sihir demeliyiz." İşte, Kur'ân-ı Hakîmin en muannid düşmanları bile fesahatinden hayran oluyorlar.***


YİRMİ ALTINCI SÖZ
***Madem zemin ve âsumânı birisi yapmış, yaratmış. Elbette, o pek hikmetli ve çok san'atkâr Zat, zemin ve âsumânın meyveleri ve neticeleri ve gayeleri olan zîhayatları başkalara bırakıp işi bozmayacak. Başka ellere teslim edip bütün hikmetli işlerini abes etmeyecek, hiçe indirmeyecek, şükür ve ibadetlerini başkasına vermeyecektir.***
***ASIRLARA GÖRE şeriatler değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatler, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü'l-Enbiyadan sonra, şeriat-i kübrâsı her asırda her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlere ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.***
***Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şeriatler değişir; milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer'iyenin teferruat kısmı, ahvâli beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur.***

YİRMİ YEDİNCİ SÖZ
***Selef-i Salihînin müctehidîn-i izâmı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı Sahâbeye yakın olduklarından, sâfi bir nur alıp hâlis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zorla görebilir.***
***Halbuki, şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek, pek kolay gidiliyor. Hattâ, siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının marifetine ve sözüne itimad edip körü körüne alınmaz.***
***ASIRLARA GÖRE şeriatler değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatler, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü'l-Enbiyadan sonra, şeriat-i kübrâsı her asırda her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlere ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.***

YİRMİ SEKİZİNCİ SÖZ
***Eğer insan yalnız câmid bir vücut olsaydı veyahut yalnız mideden ibaret nebatî bir mahlûk olsaydı veyahut yalnız mukayyet, ağır ve muvakkat ve basit bir zât-ı cismaniye ve bir cism-i hayvanîden ibaret olsaydı, öyle çok kasırlara, çok hurilere lâyık ve mâlik olmazdı. Fakat insan öyle câmi bir mucize-i kudrettir ki, hattâ şu dünya-yı fânide, şu kısa bir ömürde, şu inkişaf etmemiş bazı letâifinin ihtiyacı cihetiyle, bütün dünyanın saltanatı, serveti ve lezâizi verilse, belki hırsı tok olmayacaktır.***

YİRMİ DOKUZUNCU SÖZ
***Bak, hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa, yetimdir, gariptir, yalnızdır. Münasebeti, yalnız oturduğu mekânla ve ona karışan şeylerle vardır. Başka, kâinatta ne varsa, o dağa nisbeten madumdur. Çünkü, ne hayatı var ki hayatla alâkadar olsun, ne şuuru var ki taallûk etsin. Şimdi, bak küçücük bir cisme, meselâ balarısına: Hayat ona girdiği anda, bütün kâinatla öyle münasebet tesis eder ki, bütün kâinatla, hususan zeminin çiçekleriyle ve nebâtatlarıyla öyle bir ticaret akdeder ki, diyebilir: "Şu arz benim bahçemdir, ticarethanemdir." İşte, zîhayattaki meşhur havass-ı zâhire ve bâtına duygularından başka, gayr-ı meş'ur, sâika ve şâika hisleriyle beraber, o arı, dünyanın ekser envâıyla ihtisas ve ünsiyet ve mübadele ve tasarrufa sahip olur.***
***Denilebilir ki, hayat olmazsa, vücut vücut değildir, ademden farkı olmaz. Hayat ruhun ziyasıdır. Şuur hayatın nurudur. Madem ki hayat ve şuur bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve madem şu âlemde bilmüşahede bir intizam-ı kâmil-i ekmel vardır. Ve şu kâinatta bir itkan-ı muhkem, bir insicam-ı ahkem görünüyor. Madem şu biçare, perişan küremiz, sergerdan zeminimiz bu kadar had ve hesaba gelmez zevilhayat ile, zevil'ervah ile ve zevil'idrak ile dolmuştur. Elbette sadık bir hads ile ve kat'î bir yakin ile hükmolunur ki, şu kusûr-u semâviye ve şu buruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasip zîhayat, zîşuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi, güneşin ateşinde dahi o nuranî sekeneler bulunur. Nar, nuru yakmaz. Belki ateş ışığa medet verir.***
***Rahmân-ı Rahîm olan şu mevcudatın Sâni-i Zülcemâlinin rahmeti, saadet-i ebediyeyi gösteriyor. Evet, nimeti nimet eden, nimeti nıkmetlikten halâs eden ve mevcudatı firak-ı ebedîden hasıl olan vâveylâlardan kurtaran saadet-i ebediyeyi, o rahmetin şe'nindendir ki, beşerden esirgemesin. Çünkü, bütün nimetlerin re'si, reisi, gayesi, neticesi olan saadet-i ebediye verilmezse, dünya öldükten sonra âhiret suretinde dirilmezse, bütün nimetler nıkmetlere tahavvül ederler. O tahavvül ise, bilbedâhe ve bizzarure ve umum kâinatın şehadetiyle muhakkak ve meşhud olan rahmet-i İlâhiyenin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir. Halbuki, rahmet, güneşten daha parlak bir hakikat-i sabitedir.***
***Şu mümkün, vaki olacaktır. Evet, dünya öldükten sonra âhiret olarak diriltilecektir. Dünya harap edildikten sonra, o dünyayı yapan Zat, yine daha güzel bir surette onu tamir edecek, âhiretten bir menzil yapacaktır. Şuna delil, başta Kur'ân-ı Kerim, binler berâhin-i akliyeyi tazammun eden umum âyâtıyla ve bütün kütüb-ü semâviye bunda müttefik bulunduğu gibi, Zât-ı Zülcelâlin evsâf-ı celâliyesi ve evsaf-ı cemâliyesi ve Esmâ-i Hüsnâsı bunun vukuuna kat'î surette delâlet ederler. Ve enbiyaya gönderdiği bütün semâvî fermanları ile, kıyameti ve haşrin icadını vaad etmiş. İşte, madem vaad etmiş, elbette yapacaktır.***

OTUZUNCU SÖZ
***Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana "ene" namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar. Ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onunla keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlâk bir muammâ ve açılması müşkül bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse, kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır.***

OTUZ BİRİNCİ SÖZ
***Herbir insan, aklıyla, hayal sür'atinde seyeranı; herbir velî, kalbiyle berk sür'atinde cevelânı; ve cism-i nuranî olan herbir melek, ruh sür'atinde Arştan ferşe, ferşten Arşa deveranı; ehl-i Cennetin insanları, burak sür'atinde, haşirden beş yüz sene fazla mesafeden Cennete çıkmaları olduğu gibi, nur ve nur kabiliyetinde ve evliya kalblerinden daha lâtif ve emvâtın ruhlarından ve melâike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misalîden daha zarif olan ruh-u Muhammediyenin (a.s.m.) hadsiz vezâifine medar ve cihazatının mahzeni olan cism-i Muhammedî (a.s.m.), elbette onun ruh-u âlisiyle Arşa kadar beraber gidecektir.***
***İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür eden sür'at-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farz ediyoruz ki: O saatte on iğne var. Birisi saatleri gösterir. Biri de, ondan altmış defa daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi altmış defa daha geniş bir daire içinde saniyeleri, diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri, ve hâkezâ râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam, azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. Faraza, saati sayan ibrenin dairesi küçük saatimiz kadar olsa, herhalde âşireleri sayan ibrenin dairesi arzın medar-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir.***

OTUZ İKİNCİ SÖZ
***Yıldızlar namına bir yıldız der ki: "Ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki, bizim yüzümüzdeki sikke-i vahdeti ve turra-i ehadiyeti görmüyorsun, anlamıyorsun. Ve bizim nizamat-ı âliyemizi ve kavânin-i ubudiyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizamsız zannediyorsun. "Bizler öyle bir Zâtın san'atıyız ve hizmetkârlarıyız ki, bizim denizimiz olan semâvâtı ve şeceremiz olan kâinatı ve mesiregâhımız olan nihayetsiz feza-yı âlemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vâhid-i Ehaddir. Bizler, donanma elektrik lâmbaları gibi, Onun kemâl-i rububiyetini gösteren nuranî şahitleriz ve saltanat-ı rububiyetini ilân eden ışıklı burhanlarız. Herbir taifemiz, Onun daire-i saltanatında, ulvî, süflî, dünyevî, berzahî, uhrevî menzillerde haşmet-i saltanatını gösteren ve ziya veren nuranî hizmetkârlarız.***
***İşte, Cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. Rû-yi zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Semâ da bir çiçektir; yıldızlar o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir; ziyasındaki yedi rengi o çiçeğin nakışlı boyalarıdır. Âlem güzel ve büyük bir insandır; nasıl ki insan küçük bir âlemdir.***
***Eğer bir çiçekte esmâyı okuyamıyorsan ve vâzıh göremiyorsan, Cennete bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temâşâ et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan esmâyı vâzıhan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını anlar, görürsün.***
***Hem baharı, Cenâb-ı Hakkın nuranî esmâlarının en lâtif, güzel nakışlarının sayfası ve Sâni-i Hakîmin antika san'atının en müzeyyen ve şâşaalı bir meşher-i san'atı olduğu cihetiyle mütefekkirâne sevmek, Cenâb-ı Hakkın esmâsını sevmektir.***
***Cenâb-ı Hak, celîl ulûhiyetiyle, cemil rahmetiyle, kebîr rububiyetiyle, kerîm re'fetiyle, azîm kudretiyle, lâtif hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas ve hissiyatla, bu derece cevârih ve cihazatla ve muhtelif âzâ ve âlâtla ve mütenevvi letâif ve mâneviyatla teçhiz ve tezyin etmiştir ki, tâ mütenevvi ve pek çok âlât ile, hadsiz envâ-ı nimetini, aksâm-ı ihsânâtını, tabakat-ı rahmetini o insana ihsas etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem, tâ bin bir esmâsının hadsiz envâ-ı tecelliyatlarını, insana o âlât ile bildirsin, tarttırsın, sevdirsin.***
***İlâhî! Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum. Sen Hâlıksın, ben mahlûkum. Sen Rezzaksın, ben merzûkum. Sen Mâliksin, ben memlûküm. Sen Azizsin, ben zelîlim. Sen Ganîsin, ben fakirim. Sen Hayysın, ben meyyitim. Sen Bâkîsin, ben fâniyim. Sen Kerîmsin, ben leîmim. Sen Muhsinsin, ben âsiyim. Sen Gafûrsun, ben günahkârım. Sen Azîmsin, ben hakîrim. Sen Kavîsin, ben zayıfım. Sen Mu'tîsin, ben dilenciyim. Sen Emînsin, ben korkudayım. Sen Cevâdsın, ben muhtacım. Sen Mücîbsin, ben duacıyım. Sen Şâfîsin, ben hastayım.***
***Sen benim günahlarımı mağfiret et. Beni cezalandırma. Hastalıklarıma şifa ver, yâ Allah, yâ Kâfi, yâ Rabbi, yâ Vâfî, yâ Rahîm, yâ Şâfî, yâ Kerîm, ya Muâfî. Benim bütün günahlarımı bağışla. Benim bütün dertlerime âfiyet ver. Beni ebediyen rızâna mazhar et. Rahmetinle, ey Erhamürrâhimîn.***

OTUZ ÜÇÜNCÜ SÖZ
***Gel, şimdi bir ağaca dikkatle bak. İşte, bahar mevsiminde yaprakların muntazaman çıkması, çiçeklerin mevzunen açılması, meyvelerin hikmetle, rahmetle büyümesi ve dalların ellerinde, masum çocuklar gibi, nesîmin esmesiyle oynaması içindeki lâtif ağzını gör. Nasıl bir dest-i keremle yeşillenen yaprakların diliyle ve bir neş'e-i lütufla tebessüm eden çiçeklerin lisanıyla ve bir cilve-i rahmetle gülen meyvelerin kelimâtıyla ifade edilen hikmetli nizam içindeki adilli mizan; ve adli gösteren mizan içinde bulunan dikkatli san'atlar, nakışlar; ve maharetli nakışlar ve ziynetler içinde rahmet ve ihsanı gösteren ayrı ayrı tatmaklar; ve ayrı ayrı güzel kokular ve hoş tatmaklar içinde birer mucize-i kudret olan tohumlar ve çekirdekler, gayet zâhir bir surette bir Sâni-i Hakîm, Kerîm, Rahîm, Muhsin, Mün'im, Mücemmil, Mufaddılın vücub-u vücudunu ve vahdetini ve cemâl-i rahmetini ve kemâl-i rububiyetini gösterir.***
***Şimdi kuşlara bak: Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları bir Sâni-i Hakîmin intak ve söyletmesi olduğuna delil-i kat'î ise, hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat ve ifade-i maksat etmeleridir.***

***Küre-i arz bir kafadır ki, yüz bin ağzı vardır. Her bir ağzında yüz bin lisanı vardır. Her lisanında yüz bin burhanı var ki, herbiri çok cihetle Vâcibü'l-Vücud, Vâhid-i Ehad, herşeye Kadîr, herşeye Alîm bir Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücuduna ve vahdetine ve evsâf-ı kudsiyesine ve Esmâ-i Hüsnâsına şehadet ederler.***
Veysel Uzun-Batman-2007-


Kaynak : RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI
------------------------------------------------------------------------------------------------------------