KURAN-I KERİM veİSLAMİYET HAKKINDA BİLDİKLERİMİZ - BİLMEDİKLERİMİZ İSLAMİ SORULAR - CEVAPLAR

21-LEMEAT



LEMEÂT


Şu kâinat tamamıyla bir burhan-ı muazzamdır. Lisan-ı gayb, şehadetle müsebbihtir, muvahhiddir. Evet tevhid-i Rahmân'la, büyük bir sesle zâkirdir ki: Lâ ilâhe illâ Hû.

Bütün zerrât-ı hüceyrâtı, bütün erkân ve âzâsı birer lisan-ı zâkirdir; o büyük sesle beraber der ki: Lâ ilâhe illâ Hû.

O dillerde tenevvü var, o seslerde merâtip var. Fakat bir noktada toplar, onun zikri, onun savtı ki: Lâ ilâhe illâ Hû.

Bu bir insan-ı ekberdir; büyük sesle eder zikri. Bütün eczası, zerrâtı küçücük sesleriyle, o bülend sesle beraber der ki: Lâ ilâhe illâ Hû.

Şu âlem halka-i zikri içinde okuyor aşri, şu Kur'ân maşrık-ı nuru. Bütün zîruh eder fikri ki: Lâ ilâhe illâ Hû.

Bu Furkan-ı Celîlüşşan, o tevhide nâtık burhan, bütün âyât sadık lisan, şuââtı barika-i iman, beraber der ki: Lâ ilâhe illâ Hû.

Kulağı ger yapıştırsan şu Furkan'ın sinesine; derinden tâ derine, sarihan işitirsin, semâvî bir sadâ der ki: Lâ ilâhe illâ Hû.

O sestir gayeten ulvî, nihayet derece ciddî, hakikî pek samimî, hem nihayet mûnis ve mukni ve burhanla mücehhezdir. Mükerrer der ki: Lâ ilâhe illâ Hû.

Şu burhan-ı münevverde, cihât-ı sittesi şeffaf ki üstünde münakkaştır müzehher sikke-i i'câz içinde parlayan nur-u hidayet, der ki: Lâ ilâhe illâ Hû.
Evet, altında nesc olmuş mühefhef mantık ve burhan, sağında aklı istintak, mürefref her taraf, ezhan "Sadakte" der ki, Lâ ilâhe illâ Hû.

Yemîn olan şimalinde eder vicdanı istişhad. Emâmında hüsn-ü hayırdır, hedefinde saadettir. Onun miftahıdır her dem ki, Lâ ilâhe illâ Hû.
Emâm olan verâsında ona mesned semâvîdir ki vahy-i mahz-ı Rabbânî. Bu şeş cihet ziyadardır, burûcunda tecellîdar ki, Lâ ilâhe illâ Hû.

Evet, vesvese-i sârık, bâvehim şüphe-i târık, ne haddi var ki o mârık girebilsin bu bârık kasra. Hem şârık ki sur sûreler şâhik, her kelime bir melek-i nâtık ki, Lâ ilâhe illâ Hû.

O Kur'ân-ı Azîmüşşan nasıl bir bahr-i tevhiddir. Birtek katre, misal için birtek Sûre-i İhlâs; fakat kısa birtek remzi, nihayetsiz rumuzundan... Bütün envâ-ı şirki reddeder, hem de yedi envâ-ı tevhidi eder ispat; üçü menfi, üçü müsbet, şu altı cümlede birden:

Birinci cümle: karinesiz işarettir. Demek ıtlakla tayindir. O tayinde taayyün var. Ey, Lâ hüve illâ Hû.

Şu tevhid-i şuhuda bir işarettir. Hakikatbîn nazar tevhide müstağrak olursa der ki: Lâ meşhûde illâ Hû.

İkinci cümle: tevhid-i ulûhiyete tasrihtir. Hakikat, hak lisanı der ki: Lâ mâbûde illâ Hû.

Üçüncü cümle: İki cevher-i tevhide sadeftir. Birinci dürrü: tevhid-i rububiyet. Evet, nizam-ı kevn lisanı der ki: Lâ hâlıka illâ Hû.
İkinci dürrü: tevhid-i kayyûmiyet. Evet, serâser kâinatta, vücut ve hem bekada, müessire ihtiyaç lisanı der ki: Lâ kayyûme illâ Hû.

Dördüncü: Bir tevhid-i celâli müstetirdir. Envâ-ı şirki reddeder, küfrü keser bîiştibah.

Yani tagayyür, ya tenasül, ya tecezzî eden elbet ne hâlıktır, ne kayyumdur, ne ilâh.

Veled, fikr-i tevellüd küfrünü reddeder, birden keser atar. Şu şirktendir ki, olmuştur beşer ekserisi gümrah.

Ki İsa (a.s.), ya Üzeyr'in, ya melâik, ya ukulün tevellüd şirki meydan alıyor nev-i beşerde gâh bâ-gâh.
Beşincisi: Bir tevhid-i sermedî işareti şöyledir: Vâcib, kadîm, ezelî olmazsa olmaz İlâh.

Yâni, ya müddeten hâdis ise, ya maddeden tevellüd, ya bir asıldan münfasıl olsa, elbette olmaz şu kâinata penah.

Esbabperesti, nücumperestlik, sanem-peresti, tabiatperestlik şirkin birer nev'idir; dalâlette birer çâh.

Altıncı: Bir tevhid-i câmi'dir. Ne zâtında nazîri, ne ef'âlinde şerîki, ne sıfâtında şebîhi lâfzına nazargâh.

Şu altı cümle mânen birbirine netice, hem birbirinin burhanı, müselseldir berâhin, müretteptir netâic şu sûrede karargâh.

Demek şu Sûre-i İhlâsta, kendi miktar-ı kametinde müselsel, hem mürettep otuz sûre münderiç; bu bunlara sehergâh. Lâ ya'lemu'l-gaybe illâllah.


Sebep sırf zâhirîdir
İzzet-i azamet ister ki, esbab-ı tabiî perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.

Tevhid ve celâl ister ki, esbab-ı tabiî, dâmenkeş-i tesir-i hakikî ola kudret eserinde.

Vücut âlem-i cismanîde münhasır değil
Vücudun hasra gelmez muhtelif envâını, münhasır olmaz, sıkışmaz şu şehadet âleminde.

Âlem-i cismanî bir tenteneli perde gibi şule-feşan gaybî avâlim üzerinde.
Kalem-i kudrette ittihad, tevhidi îlân eder

Eser-i itkan-ı san'at, fıtratın her köşesinde bilbedâhe reddeder esbabının icadını.

Nakş-ı kilkî, ayn-ı kudret; hilkatin her noktasında bizzarure reddeder vesaitin vücudunu.

Birşey herşeysiz olmaz
Kâinatta serbeser sırr-ı tesanüd müstetir, hem münteşir. Hem cevânibde tecavüb, hem teavün gösterir.

Ki yalnız bir kudret-i âlemşümuldür yaptırır, zerreyi her nisbetiyle halk edip yerleştirir.

Kitab-ı âlemin her satırıyla her harfi hayy; ihtiyaç sevk ediyor, tanıştırır.
Her nereden gelirse gelsin, nidâ-i hâcete lebbeyk-zendir; sırr-ı tevhid namına etrafı görüştürür.

Zîhayat her harfi, herbir cümleye müteveccih birer yüzü, hem de nâzır birer gözü baktırır.

Güneşin hareketi cazibe içindir, cazibe istikrar-ı manzumesi içindir
Güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin müncezip seyyar olan yemişleri.

Ger sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları.

Küçük şeyler büyük şeylerle merbuttur
Sivrisinek gözünü halk eyleyendir mutlaka güneşi, hem kehkeşi halk eylemiş.
Pirenin midesini tanzim edendir mutlaka manzume-i şemsiyeyi nazm eylemiş. Gözde rüyet, midede hem ihtiyacı derc edendir mutlaka semâ gözüne ziya sürmesi çekmiş, zemin yüzüne gıda sofrası sermiş.

Kâinatın nazmında büyük bir i'caz var
Kâinatın gör ki telifinde bir i'caz var. Ger bütün esbab-ı tabiiye bi'l-farzı'l-muhal ola herbiri muktedir bir fâil-i muhtar,

O i'câza karşı nihayet acz ile bil'imtisal ederek secde ki: "Sen her türlü noksandan münezzehsin. Bizde hiçbir kudret yoktur. Ey Rabbimiz, celâl ve ezelî kudret sahibi olan Sensin."

Kudrete nisbet herşey müsavidir
"Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir." Lokman Sûresi, 31:28.

Bir kudret-i zâtiyedir, hem ezelî; acz tahallül edemez.
Onda merâtip olmayıp, mevâni tedahül edemez. İsterse küll, isterse cüz, nisbet tefavüt eylemez.

Çünkü herşey bağlıdır herşey ile. Herşeyi yapamayan birşeyi de yapamaz.
Kâinatı elinde tutamayan zerreyi halk edemez
Tesbih gibi nazmeyleyip kaldıracak arzımızı, şümûsu, nücumu, hasra gelmez,

Şu fezanın başına, hem sinesine takacak öyle kuvvetli ele bir kimse mâlik olmaz.

Dünyada hiçbir şeyde dâvâ-yı halk edip iddia-yı icad edemez.
İhya-yı nevi, ihya-yı fert gibidir
Mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sinek, nasıl onun ihyası kudrete ağır gelmez.

Şu dünyanın mevti de, ihyası da öyledir. Bütün zîruh ihyası onda fazla nazlanmaz.

Tabiat bir san'at-ı İlâhiyedir
Değil tâbi' tabiat, belki matba'. Değil nakkaş, o belki bir nakıştır.
Değil fâil, o kabildir. Değil masdar, o mistardır.
Değil nâzım, o nizamdır.
Değil kudret, o kanundur. İradî bir şeriattir, değil haric-i hakikattar.

Vicdan, cezbesi ile Allah'ı tanır
Vicdanda mündemiçtir bir incizap ve cezbe. Bir câzibin cezbiyle daim olur incizap.
Cezbe düşer zîşuur, ger Zülcemal görünse, etse tecellî daim pürşâşaa bîhicap.
Bir Vâcibü'l-Vücuda, Sahib-i Celâl ve Cemal, şu fıtrat-ı zîşuur kat'î şehadet-meab.
Bir şahidi o cezbe; hem diğeri incizap.

Fıtratın şehadeti sadıkadır
Fıtratta yalan yoktur; ne dediyse doğrudur. Çekirdeğin lisanı, meyl-i nümüv der: "Ben sünbüllenip meyvedar..." Doğru çıkar beyanı.
Yumurtanın içinde, derin derin söyler hayatın meyelânı ki, "Ben piliç olurum, izn-i İlâhî ola." Sadık olur lisanı.
Bir avuç su, bir demir gülle içinde eğer niyet etse incimad, bürudetin zamanı.

İçindeki inbisat meyli der: "Genişlen, bana lâzım fazla yer." Bir emr-i bîemânî...

Metin demir çalışır, onu yalan çıkarmaz. Belki onda doğruluk, hem de sıdk-ı cenanî,
O demiri parçalar. Şu meyelânlar bütün birer emr-i tekvinî, birer hükm-ü Yezdanî,

Birer fıtrî şeriat, birer cilve-i irade. İrade-i İlâhî, idare-i ekvânî,
Emirleri şunlardır: Birer birer meyelân, birer birer imtisal, evâmir-i Rabbânî.
Vicdandaki tecellî aynen böyle cilvedir ki incizap ve cezbe iki musaffâ cânı,

İki mücellâ camdır. Akseder içinde cemâl-i lâyezâlî, hem de nur-u imanî.
Nübüvvet beşerde zaruriyedir

Karıncayı emirsiz, arıyı yâsupsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette,
Beşeri de bırakmaz şeriatsiz, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem böyle ister elbette.

Meleklerde Miraç, insanlarda şakk-ı kamer gibidir
Bir mirac-ı kerametle melekler, gördüler elhak ki müsellem bir nübüvvette muazzam bir velâyet var.
O parlak zat, burâka binmiş de berk olmuş, kamervâri serâser âlem-i nuru da görmüştür.
Şu şehadet âleminde münteşir insanlara hissî büyük bir mucize nasıl ki(Ay yarıldı-kamer-1) dir.
Bu Miraçtır âlem-i ervahtaki sakinlere en büyük bir mucize ki (İsrâ Sûresi, 17:1)dir.

Kelime-i şehadetin burhanı içindedir
Kelime-i şehadet: Vardır iki kelâmı. Birbirine şahittir, hem delil ve burhandır.
Birincisi, sânîye bir burhan-ı limmîdir. İkincisi, evvele bir burhan-ı innîdir.

Hayat bir çeşit tecellî-i vahdettir
Hayat bir nur-u vahdettir; şu kesrette eder tevhid tecellî. Evet, bir cilve-i vahdet eder kesretleri tevhid ve yektâ.
Hayat birşeyi herşeye eder mâlik. Hayatsız şey, ona nisbet ademdir cümle eşya.

Ruh, vücud-u haricî giydirilmiş bir kanundur
Ruh bir nuranî kanundur; vücud-u haricî giymiş bir namustur, şuuru başına takmış.
Bu mevcut ruh, şu makul kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş.
Sabit ve hem daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi hem âlem-i emir, hem irade vasfından gelir.
Kudret vücud-u hissî giydirir, şuuru başına takar, bir seyyâle-i lâtifeyi o cevhere sadef eder.
Eğer envâdaki kanunlara kudret-i Hâlık vücud-u haricî giydirirse, herbiri bir ruh olur.
Ger vücudu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse, yine lâyemut kanun olur.

Hayatsız vücut adem gibidir
Ziya ile hayatın herbiri, mevcudatın birer keşşafıdır. Bak: Nur-u hayat olmazsa,
Vücut adem-âlûddur, belki adem gibidir. Evet, garip, yetimdir, hayatsız ger kamer'se.

Hayat sebebiyle karınca küreden büyük olur
Ger mizanü'l-vücutla karıncayı tartarsan, onda çıkan kâinat küremize sıkışmaz.
Bence küre hayvandır, başkaların zannınca meyyit olan küreyi ger getirip koyarsan,
Karıncanın karşısına, o zîşuur başının nısfı bile olamaz.

Nasrâniyet İslâmiyete teslim olacak
Nasrâniyet ya intifâ, ya ıstıfâ bulacak. İslâma karşı teslim olup terk-i silâh edecek.
Mükerreren yırtıldı, Purutluğa tâ geldi, Purutlukta görmedi ona salâh verecek.
Perde yine yırtıldı, mutlak dalâle düştü. Bir kısmı lâkin bazı yakınlaştı tevhide; onda felâh görecek.
Hazırlanır şimdiden yırtılmaya başlıyor. Sönmezse safvet bulup İslâma mal olacak.
Bu bir sırr-ı azîmdir. Ona remz ve işaret: Fahr-i Rusul demiştir, "İsâ, şer'im ile amel edip ümmetimden olacak."

Tebeî nazar, muhali mümkün görür
Meşhurdur ki, îdin hilâline bakardı cemaat-i kesire. Kimse birşey görmedi.
Zevâlî bir ihtiyar yemin etti ki, "Gördüm." Halbuki gördüğü, kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılı idi.
O kıl oldu hilâli. O mukavves kıl nerede? Hilâl olmuş kamer nerede? Ger anladın şu remzi,
Zerrattaki harekât, kirpik-i aklın olmuş, birer kıl-ı zulmettar, kör etmiş maddî gözü.
Teşkil-i cümle envâ fâilini göremez, düşer başına dalâl.
O hareket nerede, Nazzâm-ı kevn nerede? Onu ona vehmetmek muhal ender muhal!

Kur'ân ayna ister, vekil istemez
Ümmetteki cumhuru, hem avâmın umumu, burhandan ziyade mehazdaki kudsiyet şevk-i itaat verir, sevk eder imtisale.
Şeriat, yüzde doksanı müsellemât-ı şer'î, zaruriyât-ı dinî birer elmas sütundur.
İçtihadî, hilâfî, fer'î olan mesâil, yüzde ancak on olur. Doksan elmas sütunu, on altının sahibi
Kesesine koyamaz, ona tâbi kılamaz. Elmasların madeni, Kur'ân ve hem hadistir. Onun malı; oradan her zaman istemeli.
Kitaplar, içtihadlar Kur'ân'ın âyinesi, yahut dürbün olmalı. Gölge, vekil istemez o Şems-i Mu'cizbeyan.

Mubtıl, bâtılı hak nazarıyla alır
İnsandaki fıtratı mükerrem olduğundan, kasten hakkı arıyor.
Bazan gelir eline, bâtılı hak zanneder; koynunda saklıyor.
Hakikati kazarken, ihtiyarı olmadan dalâl düşer başına; hakikattir zanneder, kafasına geçirir.

Kudretin aynaları çoktur
Kudret-i Zülcelâlin pek çoktur mir'atları. Herbiri ötekinden daha eşeff ve eltaf pencereler açıyor bir âlem-i misale.
Sudan havaya kadar, havadan tâ esire, esirden tâ misale, misalden dâ ervâha, ervahtan tâ zamana, zamandan tâ hayale, hayalden fikre kadar muhtelif âyineler, daima temsil eder şuûnât-ı seyyâle. Kulağında nazar et âyine-i havaya: Kelime-i vahide, olur milyon kelimat.
Acip istinsah eder o kudretin kalemi, şu sırr-ı tenasülât.

Temessülün aksâmı muhtelifedir
Âyinede temessül, münkasım dört surete: Ya yalnız hüviyet, ya beraber hâsiyet, ya hüviyet hem şule-i mahiyet, ya mahiyet hüviyet.
Eğer misal istersen, işte insan ve hem şems, melek ve hem kelime. Kesifin timsalleri, âyinede oluyor birer müteharrik meyyit.
Bir ruh-u nuranînin, kendi mir'atlarında timsalleri oluyor birer hayy-ı murtabıt. Aynı olmazsa eğer, gayrı dahi olmayıp, birer nur-u münbasıt.
Ger şems hayvan olaydı, olur harareti hayatı, ziya onun şuuru. Şu havassa mâliktir âyinede timsali.
İşte budur şu esrarın miftahı: Cebrâil hem Sidrede, hem suret-i Dıhye'de, meclis-i Nebevîde,
Hem kim bilir kaç yerde! Azrâil'in bir anda Allah bilir kaç yerde ruhları kabz ediyor. Peygamberin bir anda,
Hem keşf-i evliyada, hem sadık rüyalarda ümmetine görünür, hem haşirde umum ile şefaatle görüşür.
Velilerin abdalı çok yerlerde bir anda zuhur eder, görünür.

Müstaid, müçtehid olabilir; müşerri' olamaz
İçtihadın şartını hâiz olan her müstaid, ediyor nefsi için nass olmayanda içtihad. Ona lâzım, gayra ilzam edemez.
Ümmeti davetle teşri' edemez. Fehmi, şeriatten olur, lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri' olamaz.
İcmâ ile cumhurdur, sikke-i şer'î görür. Bir fikre davet etmek, zann-ı kabul-ü cumhur şart-ı evvel oluyor.
Yoksa davet bid'attır, reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz.

Nur-u akıl kalbden gelir
Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver.
O nur ile bu ziya mezc olmazsa zulmettir; zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver.
Gözünde bir nehar var; lâkin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki bir leyl-i münevver.
O içinde bulunmazsa, o şahm-pâre göz olmaz, sende birşey göremez. Basiretsiz basar da para etmez.
Ger fikret-i beyzâda süveydâ-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.

Dimağda merâtib-i ilim muhtelifedir, mültebise
Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir.
Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir.
İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet. Salâbet itikaddan,
Taassup iltizamdan, imtisal iz'andan, tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda,
Tahayyülde safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir.
Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde, sâfi olan zihinleri cerhtir, hem idlâli.

Hazmolmayan ilim telkin edilmemeli
Hakikî mürşid-i âlim koyun olur, kuş olmaz; hasbî verir ilmini.
Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffâ sütünü.
Kuş veriyor ferhine lüab-âlûd kayyını.

Tahrip esheldir; zayıf tahripçi olur
Vücud-u cümle ecza, şart-ı vücud-u külldür. Adem ise oluyor bir cüz'ün ademiyle; tahrip eshel oluyor.
Bundandır ki, âciz adam, sebeb-i zuhur-u iktidar-ı müsbete hiç yanaşmaz. Menfîce müteharrik, daim tahripkâr olur.

Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı
Hikmetteki desâtir, hükûmette nevâmis, hakta olan kavânin, kuvvetteki kavâid birbiriyle olmazsa müstenid ve müstemid,
Cumhur-u nasta olmaz ne müsmir ve müessir. Şeriatte şeâir kalır mühmel, muattal; umur-u nasta olmaz müstenid ve mu'temid.

Bazan zıd, zıddını tazammun eder
Zaman olur ki zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lâfz mânânın zıddıdır. Adalet külâhını Zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî.

Menfaati esas tutan siyaset canavardır
Menfaat üzere çarhı kurulmuş olan siyaset-i hazıra müfterisdir, canavar.
Aç olan canavara karşı tahabbüp etsen, merhametini değil, iştihasını açar.
Sonra döner geliyor; tırnağının, hem dişinin kirasını senden ister.

Kuvâ-yı insaniye tahdit edilmediğinden cinayeti büyük olur
Hayvanın hilâfına, insandaki kuvâlar fıtrî tahdit olmamış. Onda çıkan hayr ü şer, lâyetenâhî gider.
Onda olan hodgâmlık, bundan çıkan hodbinlik, gurur, inat birleşse, öyle günah oluyor ki beşer şimdiye kadar
Ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.
Hem meselâ, bir adam tek yalancı sözünü doğru göstermek için, İslâmın felâketini kalben arzu eder.
Şu zaman da gösterdi: Cehennem lüzumsuz olmaz, Cennet ucuz değildir.

Bazan hayır, şerre vasıta olur
Havastaki meziyet, filhakika sebeptir tevazu, mahviyete; olmuş maatteessüf sebeb-i tahakküme,
Tekebbüre hem illet. Fakirlerdeki aczi, âmilerdeki fakrı, filhakika sebeptir ihsan ve merhamete.
Lâkin maatteessüf müncer olmuştur şimdi zillet ve esarete. Birşeyde hasıl olan mehâsin ve şerefse,
Havas ve rüesâya o şey peşkeş edilir. O şeyden neş'et eden seyyiat ve şer ise, efrad ve hem avâma,
Taksim, tevzi edilir. Aşiret-i galipte hasıl olan şerefse, "Hasan Ağa, aferin!" Hasıl olan şer ise,
Efrada olur nefrin. Beşerde şerr-i hazin!

Gaye-i hayal olmazsa enaniyet kuvvetleşir
Bir gaye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenâsi edilse; elbette zihinler enelere dönerler, etrafında gezerler.
Ene kuvvetleşiyor, bazan sinirleniyor. Delinmez, tâ "nahnü" olsun. Enesini sevenler başkalarını sevmezler.

Hayat-ı ihtilâl mevt-i zekât, hayat-ı ribâdan çıkmış
Bilcümle ihtilâlât, bütün herc ü fesâdat, hem asıl, hem madeni, rezâil ve seyyiat, bütün fâsit hasletler,
Muharrik ve menbaı iki kelimedir tek, yahut iki kelâmdır. Birincisi şudur ki: "Ben tok olsam, başkalar,
Acından ölse neme lâzım." İkincisi: "Rahatım için zahmet çek. Sen çalış ben yiyeyim. Benden yemek, senden emekler."
Birinci kelimede olan semm-i kàtili, hem kökünü kesecek, şâfi devâ olacak tek bir devâsı vardır.
O da zekât-ı şer'î ki bir rükn-ü İslâmdır. İkinci kelimede, zakkum-u şecer münderiç. Onun ırkını kesecek, ribânın hurmetidir.
Beşer salâh isterse, hayatını severse, zekâtını vaz etmeli, ribâyı kaldırmalı.

Beşer hayatını isterse envâ-ı ribâyı öldürmeli
Tabaka-i havastan tabaka-i avâma sıla-i rahm kopmuştur. Aşağıdan fırlıyor
Sadâ-yı ihtilâli, vâveylâ-yı intikamı, kin ve haset enîni. Yukarıdan iniyor
Zulüm ve tahkir ateşi, tekebbürün sıkleti, tahakküm saikası. Aşağıdan çıkmalı
Tahabbüb ve itaat, hürmet ve hem imtisal. Fakat merhamet ve ihsan yukarıdan inmeli,
Hem şefkat ve terbiye. Beşer bunu isterse sarılmalı zekâta, ribâyı tard etmeli.
Kur'ân'ın adaleti bâb-ı âlemde durup ribâya der "Yasaktır; hakkın yoktur, dönmeli."
Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille. Müthişini yemeden bu emri dinlemeli.

Beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de parçalayacaktır
Bir rüyada demiştim: Devletler, milletlerin hafif muharebesi, tabakat-ı beşerin şedid olan harbine terk-i mevki ediyor.
Zira beşer, edvarda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor.
Beşerin başı ihtiyar; edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esaret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor.

Gayr-ı meşru tarik, zıdd-ı maksuda gider
Katil miras alamaz. (Tirmizi, Ferâiz: 17) bir düstur-u azîmdir. Gayr-ı meşru tarik ile bir maksada giden zat, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat.
Avrupa muhabbeti gayr-ı meşru muhabbet, hem taklit ve hem ülfet.
Âkıbeti mükâfat: mahbubun gaddârâne adâveti, cinâyat.
Fâsık-ı mahrum bulmaz ne lezzet ve ne necat.

Cebir ve İtizalde birer dane-i hakikat bulunur
Ey talib-i hakikat! Maziye, hem musibet; müstakbel ve mâsiyet ayrı görür şeriat. Maziye, mesâibe nazar olur kadere.
Söz olur Ceberîye. Müstakbel ve maâsi, nazar olur teklife. Söz olur İtizâle. İtizal ile Cebir şurada barışırlar.
Şu bâtıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcut, münderiçtir; mahsus mahalli vardır. Bâtıl olan, tâmimdir.

Acz ve cez' biçarelerin kârıdır
Ger istersen hayatı, çareleri bulunan şeyde acze yapışma.
Ger istersen rahatı, çaresi bulunmayan şeyde ceza'a sarılma.

Bazan küçük birşey büyük bir iş yapar
Öyle şerâit oluyor, tahtında az bir hareke sahibini çıkarıyor tâ âlâ-yı illiyyîn.
Öyle hâlât oluyor ki, küçük bir hareket, kâsibini indiriyor tâ esfel-i sâfilîn.

Bazılara bir an bir senedir
Fıtratların bir kısmı birden bire parlıyor. Bir kısmı tedricîdir, şey'en şey'en kalkıyor. Tabiat-ı insanî ikisine de benziyor.
Şerâite bakıyor, ona göre değişir. Bazan tedricî gider. Bazan dahi oluyor barut gibi zulmanî; birden bire fışkırıyor.
Nuranî bir nar olur; bazı olur, bir nazar, fahmi elmas ediyor. Bazı olur, bir temas, taşı iksir ediyor. Bir nazar-ı peygamber
Birden bire kalb eder bir bedevî câhil, bir ârif-i münevver.
Eğer mizan istersen: İslâmdan evvel Ömer, İslâmdan sonra Ömer.
Birbiriyle kıyası: bir çekirdek, bir şecer. Def'aten verdi semer, o nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber.
Cezîretü'l-Arabda, fahm olmuş fıtratları kalb etti elmaslara, birden bire serâser,
Barut gibi ahlâkı parlattırdı, oldular birer nur-u münevver.

Yalan bir lâfz-ı kâfirdir
Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali. Sıdk büyük esastır, bir cevher-i ziyalı.
Yeri verir sükûta-eğer çıksa zararlı. Yalana yer hiç yoktur, çendan olsa faydalı. Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı.
Lâkin hakkın olamaz her doğruyu söz etmek. Bunu iyi bilmeli. "Huz mâ safâ, da' mâ keder" kendine düstur etmeli.
Güzel gör, hem güzel bak. Tâ güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün. Tâ leziz hayatı bulmalı.
Hayat içinde hayattır hüsn-ü zanda emeli. Sûizanla yeistir saadet muharribi, hem de hayatın katili.
Kaynak : RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI